Yaşama sanatını öğrenmenin önündeki en büyük engel, büyük yalanlardır. İnsanın aydınlanması alanıyla sunulan içerikler, fahiş fiyatlı ve tüketiciye hiçbir fayda sağlamayan ürünler, azıcı kdoğruya fazlaca yalan katan reklamlar ve diğer pek çok sosyal olgu, bu yalanın farkına varılmasında engel teşkil eder. Bunların yanında sanat ve edebiyat alanında da sahtekarlık yaygındır. Halk da bu sahtekarlık ve gerçeklik arasındaki ayrımı yapamaz hale gelmiştir. Örneğin "zen düşüncelerini" doğru bir şekilde anlatıyor gibi görünen kitaplar vardır fakat bu kitapların yazarları, tecrübeleri sığ olan entelektüellerden oluşmuşlardır. Kitapların anlaşılması kolaydır ama zen özünü aktarmaktan uzaktırlar.
Biz, özgün ve sahte olanı ayıramıyoruz, çünkü güç ve şöhretin etkisinde fazla kalıyoruz. Ortalama bir insan, iyi bir reklamla sunulmuş popüler bir insanın edebiyat ürününü, özden çok uzak bile olsa almaya meyillidir. Kişi ne kadar cesur, üretken ve kibar olursa olsun, bu özellikler ona başarı adı altında topladığımız sıfatları sağlamıyorsa, görmezden geliyoruz. Bunun yanında narsist ve saldırgan bir insan çok az bir yetenekle manşetlere çıkmışsa, "önde gelen sanatçı veya yazar" olabiliyor. Bu bağlamla birlikte en önemli aldatmacaya gelmiş bulunuyoruz: insanın kurtuluşu, iyi olması ve mutluluğu alanındaki kandırmaca.
Bu ifadeler birçok yazar tarafından ucuzlatılmış reklam sloganı haline gelmiştir. Toplumsal açıdan inanıyor olmak, bu durumu asıl tehlikeli kılan kısımdır; çünkü bu eserler kısa bir rahatlama sağlasa da içsel özgürlüğe geçişle ilgili olmaktan epey uzaktır.
Var olma sanatını öğrenmedeki engellerden bir diğeri de önemsiz konuşma yapmaktır. Kelime anlamı sıradan, bayağı olan bu sözcük; tekdüzeliği, sığlığı ve ahlak meziyetlerinden yoksunluğu ifade eder. Olayların derinine inmeyen, hayata sadece yüzeysel bakıp günlük hayatta başına gelen olaylardan başka bir şey konuşmayan bir insan "önemsiz konuşma" yapıyordur. Aslında çoğu insan konuşabilmek için bu yüzeysel sohbetleri, skandalları, maçları veya savaşları seçer. Bu açıdan en önemsiz konuşma; insanın kendisinden bahsetme ihtiyacı hissetmesi üzerine saatlerce günlük hayatındaki sıradan konularla ilgili bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalar yapmasıdır.
Bu kendini anlatma ihtiyacı, sadece kendinden başka hiçbir şey düşünmeyen insanlara ait olsaydı anlayabilirdik. Fakat bu ihtiyaç, kültürde saklanan sebepler yüzünden ortalama insanların çoğunda bulunmaktadır. Bu açıdan "sosyalleşme" adı altında "yalnızlaşma", modern insanın oldukça hayatındadır. Gerçekte sadece monolog yaşandığı halde, dinleyiciyle birlikte diyalog olduğu yanılsamalarına kapılır. Öte yandan bir diyalog söz konusu olmasa da iki insanın etkileşimi her zaman iki tarafı da etkileyecektir. Hayatta bazen tesadüfen karşılaşıp belki çok az iletişime geçtiğimiz birini bile senelerce unutamamış ve pozitif etkilenmiş olabilirsiniz.
Bunun yanında her gün görüştüğünüz bir arkadaşınızla konuştuktan sonra içinizi bir sıkıntının kapladığı zamanlar da olmuştur. Bu açıdan arkadaşlık maskesi altında kendi konuşma ihtiyacını tatmin edecek insanlarla iletişime geçen, hayat enerjisini emen insanlardan uzak durmak önemlidir.
Varoluşun önündeki bir diğer engel de otoriter görülen, yani bireye dayatılan her şeye karşı duyulan korkudur. Özgür olma isteği bilinçli bir şekilde, bu korku dayatmalarıyla bastırılmıştır. Kişinin mülkiyetini koruma arzusu, hakiki özgürlük isteğinin bastırılmış biçimidir. Zaman içinde bir kişinin veya bir kurumun otoriterlik görünümü azalırken, bireyin fiili özgürlüğü de aynı şekilde azalmıştır. Üretim yöntemlerinin değişmesiyle birlikte insanlar bir kişiye açık bir şekilde itaat etmek yerine organizasyonlara itaat ederler. Bunun en tehlikeli kısmı ise insnaların, kişisel özgürlüklerinin arttığına yönelik inançlarıdır.
Kapitalist sistemde özünde aynı olan metalar farklı farklı sunulur ve insanlar da kendi "özgürlüğünü" kullanarak seçim yaptığı yanılgısına düşerler. Aslında değişen tek şey bağımlılığın biçimi olmuştur. Zamanla heveslerine bağımlı hale gelen insan, davranışlarını çoğunu, yapmaması için bir sebep bulamadığından yapar ve kendini arzularına teslim etmiştir. Bir hevesin peşinden gitmek, aslında sıkıntıdan kaçmanın edilgen bir sonucudur. Ne var ki özgürlük ve iradede edilgenlik değil, etkenlik söz konusudur.
Yaşama sanatı da dahil olmak üzere uğraşıları iyi bir seviyeye çıkarmak istiyorsak, bir tek o şeyi amaçlamamız gerekmektedir. Bu, kişinin bütün benliğini tek bir amaçta odaklaması, enerjiyi dağıtmadan hepsini o amaca yönelik harcaması demektir. Bunun için de işi canı gönülden yapmak gereklidir. Ne yazık ki çağdaş endüstriyel toplumda bu pek de yaygın değildir. Genellikle insanların yaratıcılığı, özgürlüğü kısıtlanır ve insanlar çalışıyorken düş kurmaya başlar ve hevesini kaybederler. Bu işin sosyal yanını ele alacak olursak, duurmun farkına varan insanlar ancak örgütlenip bu konuda bir ilerleme sağlayabilirler.
Çalışma hayatındaki her birey kendini kişilerarası bir iletişim ağının içinde bulmaktadır, yani içinde bulunduğu sosyal durum onun kendi kimliğinin bir parçasıdır. Sosyal ağlardan etkilenen kişi, bu sosyal ağları etkileme gücüne de sahiptir. Sonuçta onu oluştura nkişilerarası bağ kuvvetlendirilerek, bütüne etki etmiş olunur. Ayrıca iyi örgütlenmiş bir toplum, herkese içtenlikle katkıda bulunma hevesi verecektir ve insan da tek bir amaca yönelik enerjisini harcamak konusunda daha istekli olacaktır.
Günümüzde bilinçlilik halini değiştirmek ve genişletmek isteği epey popüler hale gelmiştir. Bub ilinç durumuna ulaşmak için kimileri, beyni ve ruhu etkileyen çeşitli uyarıcılar alırken, kimileri de kendiliğinden tetiklenen trans hallerle bunu sağlamaktadır. Gelişim düzeylerine göre, normal bilinç durumunu sağlayamamış kimselerin bilinçlerini genişletmek için harcadıkları çabanın altında, dar bilinç alanından kaçma istekleri yatar. Kısa bir yolculuktan sonra ise başlangıç noktasına döneceklerdir. Bu başlangıç noktası birçok insanın sürekli bulunduğu konum olan uyku ile uyanıklık arasında yer almaktadır.
Uyanık haldeki insan tehlikelere karşı savaş ya da kaç komutunda tetikteyken; uykudaki insan hayatta kalmak için bu çabayı özel bir durum olmadığı sürece sarf etme mecburiyeti hissetmeden en derinde yatan düşüncelerini özgün bir şekilde ifade eder. Bu açıdan uykuda, uyanıklık halimizden daha uyanığızdır. Öte yandan uyanıklık durumumuzu tetikleyen olayların bizim kim olduğumuzla bir ilgisi bulunmaktadır. Tam uyanıklı durumuna geçtiğimiz faktörün bütün özelliklerine karşı uyanık olacağızdır. Örneğin, kumarda kazanma ihtimaliyle hayata dönen biri, eşinin kumar oynadığı için ne kadar üzüldüğünü fark edemeyebilir.
Bunun yanında bütünsel uyanıklık ise kısmi ve pragmatik değildir. Bu uyanıklığa sahip insanlar, uyanıklığını tek bir şeye odaklamaz, doğanın ve dünyuanın da farkındadır. Berrak bir şekilde yüzeyle birlikte köklerini de görür. Bu kişiler oldukları gibi görünürler ve ikili ilişkilerinde de kendi biriciklikleri içinde birbirlerini görmektedirler. İletişimlerinde keskin bir farkındalik hali içindedirler.
Farkında olmak, pür dikkat bir bilinçle bilme halidir. Farkındalik kişinin ruhsal ve bedensel durumlarıyla da yakından ilgilidir. Örneğin nefes alıp vermenin farkında olan, soluğunun kendi akışında süzlmesini izleyebilen insan, bedensel farkındalık halindedir. Bu ne kadar kolay görünse de daha önce meditasyon yapmamış kimseler için çok zor olduğunu, birkaç saniye içinde düşüncelerinize başka şeylerin karıştığını ve bedeninizi izleyemediğinizi fark edeceksiniz. Bedensel farkındalıklar, saklı olmayan şeylerin farkındalığıdır ve bunun yanında saklı olan bazı farkındalıklar da bulunur.
Bunlar bilinçdışında olanın yanı sıra bastırılanın bilinç katına çıkarılmasıyla mümkün olur. İnsanın dünyadaki varlığının gücü, farkında olma haliyle artış gösterir. Ne kadar farkındaysa o kadar sağlam temellerle tutunur hayata ve kendi iç benliğini varoluşunun temeli haline getirerek bağımsız, güçlü bir duruş sergiler. Peki insanın körlük halinden farkındalık haline geçmesi arzı edilir midir? Bu soru ölümüne az kalmış bir hastaya bunu söyleyip söylememe durumuna benzer.
Akıllı bir gözlemci bu soruların sadece insanın kendisinin cevap ereceği türden olduğunu bilir ve kesin ifadelerden kaçınır. Yani arzu edilir olup olmaması görecelidir, öte yandan gerçeğin özgürleştirici bir etkisi olduğu su götürmezdir. Bu farkındalik enerji yayar ve kişinin zihnindeki sis bulutlarını dağıtır. Olma sanatında en önemli şeylerden biri de bilinç kapasitemizi ve dolayısıyla eleştirel düşünme yetimizi güçlendirmekten geçer.
Sibernetik insanın belki de en az yaptığı şeylerden biri odaklanmadır. İnsanlar kolay lokmayı yutmayı tercih edip yüzeysel olanla yetinir. Öyle ki tek kaldıklarında kendilerine bile odaklanmazlar. Aslında benlikleri ne kadar zayıfsa, bir olaya odaklanıp kendilerini kaybetmekten de o kadar korkarlar. Aslında odak eksikliği insanı yorarken, odaklanma ise canlandırır. Odaklanmayı öğrenmek için insan sabırlı olup, her gün 10 dakika boyunca hiçbir şey yapmadan ve hiçbir şey düşünmemeye çalışarak bir pratik yapabilir. Her pratikte olduğu gibi burada da başarısızlığa tahammül etme kapasitesi çok önemlidir.
Meditasyon da odaklanmadan sonra olma sanatı için büyük önem taşır. Kendi kendine telkin şekilde meditasyonlarla rahatlama sağlandığı gibi hırs, bağımlılık ve yanılgıyı uzaklaştıran ve var olmaya katkıda bulunan meditasyonlar da vardır. Örneğin nefes farkındalığı meditasyonunu sadece nefesi fark etmeyi değil, hayatı bütünüyle fark edip dingin bir şekilde yaşamayı da sağlar. Bedenin ileri düzey farkındalığına yarayan yöntemlerin bazıları: duyusal farkındalık, hareket sanatı, Tai Chi Chuan olarak sıralanabilir. Meditasyonun biraz ilerisinde ise bilinçdışıyla bağımızı yumuşatmayı amaçlayan Pskanaliz yöntemi yatar.
Psikanalizin terapiyi aşan bir farkındalık sağladığını savunan yazar, bu yöntemi öz farkındalığı arttırmanın yetkin bir yolu olara kgörmektedir. Burada öncelikle, nevroz tedavisi olarak değil, terapi ötesi analiz şeklinde adlandırılan yeni bir psikanaliz şeklini inceleyeceğiz. Nevroz tedavisindeki gibi psiko-patolojik sorunu çözmeyi temel hedef haline getirmeyen bu analiz şekli, yüksek öz farkındalıkla birlikte kişinin var olmayı öğrenmesini hedef alır. Meditasyon bilinç dışıyla anlaşmamızın bir yolu olduğuna göre, insanın bu yöntemle kendi kendini analiz edip edemeyeceği sorusu gündeme gelecektir.
Bunu yapmak çok zor olmakla birlikte iyi bir analist seçimiyle yapılabilir. Burada iyi analist olmasının özelikle vurgulanmasının nedeni, yanlış bir analistle çalışmanın yanlış bir insanla evlenmek kadar zararlı olacağı görüşünden kaynaklanmaktadır. Peki bir yardıma ihtiyaç duymadan kendi kendimizi analiz etmemiz mümkün müdür? Bunun cevabı biraz da kişinin özgürleşme amacına ulaşmadaki irade gücüne bağlıdır. Kişinin zekâsı bu konuda ikinci planda görünürken; eleştirel, felsefi düşünceyle temasının olup olmaması, sosyal sınıfının belirlemiş olduğu normları aşmak isteyip istemediği çoğu zaman belirleyici rol oynar. Bazen zekâ parlaklığı, sadece direnme amacına hizmet edebilir.
Oto-analiz için dinginlik, rahat oturma ve odaklanmayı öğrenme temel taşlardır. Bu koşullar sağlandıktan sonra:
- Kişi dingin olmaya çalışırken beynine gelen düşüncelerin bağlantılarını, nereden ve neden gelmiş olabileceğini anlamaya yönelik yoğunlaşabilir. Burada kuramsal bir düşünce yerine o duyguları daha önce nerede tattığına, ona neyi çağrıştırdığına bakabilir. Farkındalık ne kadar nahoş olursa olsun sonunda bir rahatlama hatta sevinç getirir.
- Serbest çağrışım yönteminde ise kişi beynine gelen düşüncelerin su gibi akmasına izin verir. Düşünce akışını nerede durdurduğunu gözlemleyerek direnç noktalarını ortaya çıkarır.
- Otobiyografik yaklaşımda ise geçmişin zihinsel resmi çizilir. Önemli olayların güven kırıklıklarının ve o anki hislerin resmi çıkartılır. "Şimdi kimim ve doğru kararlar alıp her şey yolunda giderse ielride kim olurum?" gibi sorularla da zenginleştirilir. Bu uygulamadan soyut yapılara çok kapılmadan görme yetisini kullanmaya özen gösterilmelidir.
- Bu yaklaşımda da bilinçli olarak hayatımıza eklediklerimizle, bilinçsizce hayatımızda olan ve bizi önemli derecede etkileyen durumlar arasındaki çatışmayı ortaya çıkarmak amaçlanır. Kral Oidipus oyununda olduğu gibi, gizli planı olan babasını öldürüp annesiyle evlenmek durumu; bilinçli olarak bundan uzak durma niyetine rağmen baskın çıkar ve farkında olmadan o gizli plana göre yaşayıp gider. Bu açıdan bu uygulama kimliğe dair derin şüphelerden kurtulup daha berrak yaşamak için önemlidir.
Bunlarla birlikte kişinin kendini, toplumun ayrıntılı şartlandırma yöntemlerinden sıyırarak analiz etmesi pek güçtür. Bu maddeler için ayrı bir kitap yazabilecek kadar detaylı incelenmesi gereken bir konudur. Ayrıca hangi yanımızında bize ait olmadığını bilmek için, toplumun bilinçdışı özelliklerine de hakim olmak önemlidir.
İnsanın iki ilgi boyutu vardır. Bunlardan birincisi bedenine olan ilgisidir. Kendini bundan ayrı düşünemez ve ilgilenmek zorundadır. İkincisi ise şeylerle olan ilgisidir. Hayatını devam ettirmek için canlı cansız şeyleri dönüştürüp, bir şeyler üretmelidir. Yalnızca biyolojik ihtiyaçtan dolayı duyumsamamak insanı diğer türlerden ayıran önemli özelliklerden biridir. Bu onu biyolojiyi aşan, insancıl, aktif ve yaratıcı "özgür" bir edime dönüştürür.
Fakat düşünülenin aksine, modern insan eski çaplara göre çok daha az düşünür. Düşünerek çıkarımda bulunmak yerine, sahip olduğu sosyal statüsünün ona sağladığı klişeler ile hayatını geçirme eğilimindedir. Ayrıca makinelerle arasında simbiyotik bir ilişki bulunan insan, kendini dev aynasında görür. Gerçekte modern insan çok fazla şeye sahiptir, çok şey kullanır ama kendisi çok azdır. Duyguları ve düşünme faaliyeti de kullanılmadıkça körelen kaslar gibi körelmiştir.
Kişinin sahip olduğu şey onun mülkiyetidir ve buradan yola çıkarak kendi bedenine sahip olan insanın, bedeninin mülkiyetine de sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ne yazık ki kapitalist toplumda seçeneği olmayan insanın kendi bedenine sahip olup olmadığı bile insanda soru işareti bırakır. Başka biri benim sahip olduğum şey hakkında hak sahibi olabiliyorsa, o şeye sahip olmam ne anlam ifade eder ki? Burada önemli olan işlevesel ve kurumsal mülkiyet ayrımını yapabilmektir. İşlevsel mülkiyete sahip olan insan onu kaybetmekten korkmaz, kıskançlığa zamanı yoktur, aç gözlülük yapmaz ve sürekli aktiftir.
Öte yandan kendini kurumsal mülkiyete adamış insanın ise bildiği tek deneyim sahip olmaktır ve kendisi edilgen rol oynar. Bir şeyin mülkiyetine sahip olan insan onda hak sahibi olur ve genellikle kimseye açıklama yapmadan birçok şeyi istediği gibi yapabilir. Bundandır ki özel mülkiyetin olmadığı birçok ilkel kültürde evlilik de bizim anlayışımızdaki gibi değildir. İki insan birbirini sevdiği ve bir arada yaşamak istediği sürece aralarındaki ilişki toplum tarafından kabul edilir. Bu bağ koptuğunda ise ayrılmakta özgürdürler çünkü eşler birbirlerine sahip değillerdir, aralarında bir mülkiyet kavramı yoktur.
Öte yandan işlevsel mülkiyet insanın varoluşsal ihtiyacı iken; kurumsal mülkiyet belli sosyo-ekonomik koşulların yol açtığı patolojik ihtiyacı karşılar. Freud da sahiplenme gelişiminin ilk evrelerinde kalması gerektiğini, normal üretkenlik evresine geçiş değil de sahiplenmenin baskın deneyim olmasının kişinin gelişimi için nevrotik olduğunu vurgulamıştır.